KUR'AN, TOPLUM, BAŞÖRTÜSÜ
Danıştay' ın "başörtüsü demokratik bir hak değildir" biçimindeki son kararı gazetelerde "Başörtüsü için son nokta" başlığı ile yer alıyor. "Son nokta", yani "artık bitti bu iş, defteri dürüldü başörtüsünün..."
Belki Demirel'in Gürüz'ü yeniden YÖK Başkanı seçmesi de, bu kanaati besliyor. Gürüz ve elinde yargının kırbaç gibi kararları... Ne yapsın başörtüsü?
Acaba öyle mi? Yoksa "son nokta" ifadesi, gerçeklikten ziyade bir temenniyi mi yansıtıyor?
Bir kere "son nokta" yollu yaklaşımlar ilk değil. Taa, Anayasa Mahkemesinin 1989'daki kararından bu yana, yargı sürecinde müteaddit defalar "son nokta" konuluyor ve fakat, bu ülke kadınının-genç kızının başörtüsüyle birlikteliği engellenemiyor. Hatta yargının kendi içindeki karar farklılığı da engellenemiyor. Nitekim, Danıştay'ın son kararı da, bir Bölge İdare Mahkemesi'nin başörtülü öğrenci lehine-Üniversite aleyhine verdiği bir kararın iptalinden ibaret... Yani bir bakıma, yargının zihni bile yeterince durulmuş değil "başörtüsü yasağı" noktasında...
Neden? Çünkü bir hadise var cân ile cânân arasında...
Hadise, Kur'an, toplum ve başörtüsü denkleminin içinde yatıyor.
Bugünler, bu ülkenin insanı, daha bir Kur'an'la içiçe yaşıyor. Ramazan demek, oruç yanında çok sade insanlarımızın, Kur'an'la buluştuğu ay demek. Eskiden insanlarımız, mukabelelerde sadece Kur'an metnini okur, arapça bilmediği için belki muhtevasına nüfuz edemezdi. Oysa şimdi pek çok Kur'an meâli var ve yetkililerimizin pek sevdiği "Kur'an Müslümanlığı" sayesinde çok sade insanlar, meâlden de olsa Kur'an muhtevasına ulaşıyorlar. "Allah benden ne istiyor?" sorusu, bugün Kur'an okumalarının ana gündemi halinde... Eğer bu ülke insanı ile Kur'an arasında böyle bir ilişki mevcutsa, yani bu ülke insanı, Kur'an'ı kendi hayatı için müracaat kaynağı olarak görüyorsa, ve tesettür-başörtüsü o çerçevede bu ülke insanının hayatına girmişse, o zaman, kanuni yasaklar, ancak belirli süre ve sınırlı insanlar üzerinde etkili olacaktır. Yani bir damar, sürekli toplumu besleyecek, ve o damardan beslenen çiçeklenmeler olacaktır. Bu, toplumsal gerçekliktir.
Ne yapacaksınız? Damarı keseceksiniz! Yani Kur'an'la bu toplumun birlikteliğini yokedeceksiniz. Eğer onu başarırsanız, hakikaten farklı bir toplum üretme ameliyesi hayata geçmiş, eh, başörtüsü sorununa da "son nokta" konmuş olur.
Rus Prensi Gorçkof, 19. yüzyılın sonlarında, "Türklerin elinden onları Türk kılan Kur'an-ı Kerim'in alınmasını" şart koşar, "aksi takdirde ıslahat fermanlarından hiçbir sonuç alınamayacağını" ifade eder. (Sistem Sancısı, Ahmet Taşgetiren, s. 15, 1991)
Avrupa'nın-Rusya'nın fanatik çevrelerinin böyle bir gündemi oldu hep; Türkler'in elinden Kur'an'ı almak...
Ne garip, bizim yöneticilerimiz de zaman zaman insanımızın Kur'an'la birlikteliğini bir biçimde sınırlandırma arayışında oldular. Demirel'in, "Din projesi" çerçevesinde, Kur'an'ın toplum hayatını düzenleyen ahkâm âyetlerini görmezden gelme çağrısı bunun bir uzantısı... Kur'an'ın hiç olmazsa bir alanı (toplum hayatına ölçü veren alan) yok farzedilmezse, Kur'an kaynaklı toplum yönelişleri ile, onu engelleyen yasal düzenlemeler arasındaki çelişki ve gerilim bitmeyecek. Başörtüsü de o gerilim alanlarından biri.
Deprem bölgesine bakınız. İnsanlar, o güç şartlarda, namaz kılıyor, oruç tutuyor. Teravih 20 rekatlık bir namazdır. 13 rekat da Yatsıyı ve Vitir namazını ekleyin, tam 33 rekat namaz. Çadır soğuğunda genç yaşlı binlerce insan saf bağlayıp, Rabbin huzuruna duruyor. Neden?
Neden o kadınlar, genç kızlar, dedeler, nineler, delikanlılar depremin kahredici şartlarına rağmen oruçtan vazgeçmiyorlar.
Oysa biz, dışardan gazel okuyan fetvacılar çoktan "depremzedeler oruç tutmayabilir" diye fetva vermiştik. Onlar, o ruhsata sığınmadılar. Sahurda kalkıp gözleme yapmak pahasına, iftarda sade çorbaya kaşık sallamacasına yüreklerindeki oruç bütünlüğünün parçalanmasına izin vermediler. "Her yerimiz yıkıldı ise, yüreğimiz de yıkılmadı ya!" diyerek, mânen oruca dayandılar...
Bakın deprem bölgesine... Kameranın gördüğü hemen tüm kadınlar başörtülü... Sanki normal zamanda başları örtülü olmayanlar bile, başörtüsünde bir sığınak bulmuşlar, sarıp sarmalamışlar başlarını...
Neden bütün bunlar? Bunu anlamak lâzım. Bu ülke sosyolojisini anlamak lâzım. Kanunları yaparken, buradan yola çıkmak, bu ülkenin kültür kaynaklarına uzanmak lâzım. "Kur'an'ın şu kadar âyetinin üstünü çizelim" demekle de olmuyor, toplumla Kur'an arasındaki bağları azaltalım demekle de...
İnsanımızla İslâm arasında, her şeye rağmen çok canlı bağlar var ve bunlar devam ediyor. Toplum ibadetten günlük hayata uzanan çok geniş bir alanda İslâm'ı üstün değer olarak görüyor. Toplum hayatını, geleneklere, günlük yaşayışa varıncaya kadar laikleştirme projesi tutmadı. Üstelik büyük toplumsal sancılara sebep oldu. Kadın kıyafetine yönelik düzenleme tüm Cumhuriyet döneminin en sancılı konularından birisidir.
Başörtüsü alanında hiçbir zaman son nokta konulamaz.
Bugün, bu Ramazan günü, Türkiye'de ve dünyada milyonlarca insan bir kere daha Kur'an okuyacak ve bilincini yenileyecek. Buna kim mani olabilir?
İşte Yaşar Nuri Öztürk'ün hazırladığı ve 1994 yılında Hürriyet'in okuyucularına hediye olarak verdiği Kur'an meâlinden Nur Suresi 31'inci âyet:
"Mü'min kadınlara da söyle: Başlarını yere indirsinler. Irzlarını / eteklerini korusunlar. Süslerini zinetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini / başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler..........Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.
Ey müminler, hepiniz topluca Allah'a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz."
Bu da Kur'an koyduğu son nokta... Bakalım tarihin sonu, kimin son noktasına hayat hakkı tanıyacak?
11.12.1999 - Yeni Şafak
Ahmet Taşgetiren
26 Mart 2008 Çarşamba
KUR'AN, TOPLUM, BAŞÖRTÜSÜ - Ahmet Taşgetiren
entry-content'>
Etiketler:
Başörtüsü Yazıları,
Yazarlar ve Başörtüsü
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder